Ah neler yemedim ki ben, seyahatteyken. Kimilerimiz için en büyük problemken, kimilerimiz içinse en büyük keyiftir farklı lezzetler. Genelde Asya’nın yemek kültürü bizden biraz daha farklı olduğu için gidenler için ilk günler sorun olabilme olasılığı yüksektir. Ama Japonya’da ben hiç ama hiç zorluk çekmedim hatta çok beğendim yemek kültürlerini. Biraz abartıp fazla yemiş de olabilirim. Ee peki ‘Japonya’da Ne yemeli Ne içmeli‘ derseniz, listeye ilk olarak klasik bir Japon lezzetiyle başlıyorum. 1.Suşi Listenin olmazsa olmazı tabiiki de; suşi. Türkiye’de ve Avrupa’da aşırı pahalı olan suşi, Japonya’nın en ucuz yemeği. Genelde bir porsiyonu (ikili ya da dörtlü) 1 dolar civarı. Eğer suşi yemeğe karar verdiyseniz; kesinlikle bir Suşi restoranına gidin. Oturduğunuz yerden, bütün suşi çeşitleri dönerek yanınızdan geçiyor, istediğinizi alıyorsunuz ve her çeşitini bu restoranlarda var. Suşiyi, vasabi ve soya sosuyla denemeyi unutmayın. 2. Okonomiyaki Okonomiyaki; birçok sebzenin içerisine isteğe göre et ya da balık koyarak hazırlanan hamur kızartmasıdır. Bu da çok ama çok lezzetli. Fiyatı diğerlerine göre biraz daha yüksek olabilir ama Osaka’da uygun yerler bulabilirsiniz. Zaten Osaka adeta bir yemek cenneti! 3.Takoyaki Bunu sokakta her yerde görebilirsiniz. Özellikle festival varsa, genelde tezgahların çoğunda Takoyaki yapanları görebilirsiniz. Ahtapot etinden yapılıyor. Ahtapot etini çok sevmem aslında, ama takoyakiyi çok beğendim. Özellikle domates […]
- Home
- BLOG
Uzun zamandır benimsediğim ve Japonya’ya gitmeden önce en çok merak ettiğim konuydu Japonların minimalist yaşam tarzı. Aslında böyle deyince sanki sadece Japonların benimsediği bir yaşam tarzıymış gibi geliyor kulağa, en çok benimseyenlerden diyelim biz. Japonların bu kadar çok benimsemesinde Zen Budizminin etkisi büyük. Bu konuda kafa yorduğum için çokça okuyordum zaten gitmeden de. Gidince deneyimlemek çok keyifli oldu benim için. İlk gün küçücük bir evde uyandım. 3 tabak vardı, 2 bardak. Sonunda bunları gördüğüme öyle mutlu oldum ki. Bizi düşündüm, küçükken sadece misafirler gelince kullanabildiğimiz salonumuzu, misafir gelince kullanabildiğimiz yemek takımlarını, kocaman evlerimizi düşündüm. Sonra ne kadar kendimiz için yaşadığımızı sorguladım. ”Less is more” yani ”az çoktur”, anlayışı; hayatıma seyahatle girdi. Seyahat ettikçe hayatın çok daha derin anlamı olduğunu, aldığımız eşyaların bizim oluşturduğumuz zorunluluklar olduğunu anladım. Giderek hayatımdaki gereksiz şeyleri çıkarttım. Aklınıza sadece eşya gelmesin, gereksiz insanları, gereksiz sorunları; yani bana fazla gelen her şeyi. İhtiyacım olan kadar aldım, ihtiyacım olan kadar yedim, sevdiğim ve gerçek insanları tuttum hayatımda. Ne mi kazandım? Çok şey aslında. Çok eşya, çok sorun arkadaşlar. Bir sırt çantamla öyle mutluyum ki; 3 pantolon, 3 tişörtle. Özgürüm bir kere, seyahat ediyorum, yanımda ihtiyaç duyduğum her şey var, fazlası değil. Olmayan arabamın derdi yok mesela, bilmem kaç […]
Japonya’dan sevgiler hepinize. Yaklaşık bir aydır dünya turumdayım ve youtube’da videolara çekerek biraz burayı ihmal ettiğimi düşünüyorum. Hep daha sakin zamanı bekledim, çünkü yazmak en büyük tutkum ve daha geniş zaman ayırmalıyım diye düşündüm. Sonra dün dedim ki kendime, neyi bekliyorsun, yaz işte. Hani bazen daha iyisini yapmak için, hep boşuna zaman kaybederiz ya, o misal. Bugün çok güzel bir güne uyandım ülkemden kilometrelerce uzakta. Geçen bir ayı düşündüm tüm olanlarıyla. Ne güzel kararlar vermişim. Hiçbir zaman pişman olmadım, olucağımı da düşünmüyorum; çünkü her şeyi göze alarak çıktım bu yola. Çok zordu benim için karar süreci, her şeyi ayarlamak, her şeyi geride bırakmak ve gitmek. Şimdi buradan bakınca, bu süreç sadece Türkiye’de zormuş aslında. Yola çıktıktan sonra bütün o zorluklar sanki, uçağın havalanmasıyla yerde kaldı. Zorlu bir yolculuk geçirdim, ucuz diye aktarma üstüne aktarma yaptım, bir gün Filipinler’de bekledim, üstüne üstlük aşı yüzünden ateşim çıktı ve havaalanında kıvrılıp yatamadım. Ateş ve biraz mide bulantısıyla, sizlerden gelen güzel mesajları okudum, ilaçtan daha güzel etki etti. Bu sürecimde yanımda olduğunuz için öyle güzel hissettim ki kendimi, işte bu dedim, tek ihtiyacım olan da bu. Daha çok yolun başındayım, ama yoldaki zaman bir değişik işliyor; hızlı mı desem yavaş mı bilemiyorum. Bazen ne […]
Şimdi sizinle Mısır gezimin bir parçası olan; tarihin en gizemli kütüphanelerinden birisine doğru yolculuğa çıkalım. Burası İskenderiye Kütüphanesi. 300 yıllarında Ptolemaios tarafından kurulan ve içerisinde okullarda teoriminden tanıdığımız Öklid’den suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet’e, pratisyen hekim ve tıp bilimci Herofilos’tan, ilk kadın matematikçi Hypetia’ya kadar birçok bilim adamının içinde bulunduğu bir kütüphane. Döneminde birçok buluşun evi sayılan kütüphane; dünyanın dört bir yanından, bilimadamlarını ağırlıyormuş. Buraya gelen her eserin bir kopyası alınıp, kütüphane bünyesinde tutuluyormuş. Anlayacağınız, zamanında en çok eser ve kaynak bulunduran bir bilgi yuvasıymış bu kütüphane. Peki sonra ne olmuş? Dinin sorgulanmasına yol açtığı için yok edilmiş… Nasıl mı? Yakılarak. Kimin yaktığına dair birçok söylentiler var. Kimi söylentilere göre, Sezar’ın işgal sırasında yaktığı, kimi söylentilere göre, Selahaadin Eyyubi’nin, kimi kaynaklar ise; Hristiyanların Paganizmin yayılmasını önlemek için yaktığını söylemekte. Neticide kim yaparsa yapsın, bulunan onca buluş bir anda yakılıp tamamen yok olmuştur. Belki o bilgilere tekrar erişmek için on yıl, belki de yüzyıllar boşa gitmiştir. Daha sonra 2002 yılında tekrar yapılan bina; raflarında 8.000.000 ciltli ve 80 dilde eser bulundurması, içerisinde üç müzeye sahip olması ve ekolojik bina olması nedeniyle dünyanın en gelişmiş kütüphanelerinden birisi. Mimari anlamda çok etkileyici bir bina olmasının yanı sıra, içerdiği kaynaklar bakımından da çok zengin. Müzelerinde özel […]
The Beach filmini hatırlarsınız. Öyle farklı bir film ki benim için; duygudan duyguya sürüklemişti beni. O filmi izlediğimde Tayland’a gitme isteğim biraz daha artmıştı. O gizemli adayı merak eder olmuştum. Hatta Tayland’a her yaklaştığımda, o ada, heyecanımı biraz daha arttırıyordu. Sonunda Tayland’a varmıştım. Phuket’in turistik havasından kaçıp Phi Phi adasına ulaştım. Bütçem çok kısıtlı olduğundan, adaya ilk indiğimde biraz gözlemledim. İlk geceyi sahilde yatarak geçirdim. Hiçbir sıkıntı çıkmıyor, oldukça güvenli. Hatta çadırım olsaydı bütün zamanımı kamp yaparak harcayabilirdim. Bir iki günümü adanın kendi içerisinde gezmeye ayırdım. Küçük olmasına bakmayın, adeta bir cennet. Sabah uyanır uyanmaz, sahile indiğinizde sizi karşılayan manzara bu oluyor; Adanın arka taraflarını gezdikçe daha uygun hosteller bulabiliyorsunuz ki, ben de böyle yaptım. Genelde ucuz odaları, dışarıda fiyat olarak belirtmiyorlar, özellikle sormanız gerekiyor. Ben bir günümü bu sahile ayırmıştım ki, gidince beni daha iyi anlayacaksınız. Ancak gün batımını kesinlikle View Point’te izlemelisiniz. Oklarla çok rahatlıkla bulabilirsiniz, tepede olduğu için küçük çaplı bir trekking sizi bekliyor. Buraya gün batımından biraz daha önce gelirseniz, güzel bir yer kapabilir saatlerce oturabilirsiniz. Ben öyle oturmuşum ki, kalktığımda havanın karardığını fark ettim. Diğer gün Phi Phi’de filmin olduğu adaya ulaşmak için; tekne turu satın almam gerekiyordu. Fiyatları değişiyor, ancak bütün tur şirketlerini gezmenizi […]
Malezya’ya gelmemdeki en temel sebeplerden birisiydi sokak sanatı. Bir arkadaşımın paylaşımlarından buradaki sokak sanatını görünce; sadece bunun için bile Malezya’yı gidebilirim demiştim. Bu yüzden Penang’a gelince ilk işim sokak sanatının olduğu sokakları keşfetmek oldu. İlk başta couchsurfing’de evinde kaldığım arkadaşımdan bu sokak sanatının olduğu broşürü almak oldu. Bunları turist bilgilendirme ofislerinden de ücretsiz temin edebiliyorsunuz. Ayrıca broşür, diğer haritalara göre oldukça geniş içerikli, UNESCO Dünya Tarih Mirası Listesindeki binalarından, lokal yemek yerlerine, tapınaklara kadar her şeyi gösteriyor. 2012 yılında Penang Belediyesi Litvanyalı sanatçı Ernest Zacharevic ile Penang sokaklarını canlandırmak adına bir proje yürütmüş ve bu sayede Penang sokaklarını renklendirmiştir. Ernest Zacharevic, 1986 yılında doğmuş; Malezya dışında, Dubai, Litvanya, NewYork, İzlanda, Norveç, Lizbon, Polonya, Atlanta, Barselona gibi birçok ülkede çalışmalar yapmış toplum sanatçısıdır. BBC, sanatçıyı Malezya’nın Bansky’si olarak isimlendirmektedir. Genelde yağlı boya ve sprey olarak çalışan Zacharevic, ülkelerin özelliklerine göre eserlerini üretmektedir. Penang’da yaptığı en popüler iki eser ise, Bisikletli Çocuklar ve Motordaki Çocuk’tur. Ben biraz burayı Kadıköy’e benzettim. Kadıköy Belediyesi’nin 2012 yılında başlayan murallarını anımsayınca kendimi evimde gibi hissetim. Hadi şimdi Penang’daki sokak sanatına doğru küçük bir tura çıkalım. ‘Motordaki Çocuk’ ‘Bisikletli Çocuklar’ Bu sokakları, duvarlarına hayranlıkla bakarak gezerken, karşıma çıkan sokak sanatçılarının melodileri, beni […]